18 Ekim 2014 Cumartesi

TAMAMLA BİZİ EY AŞK

     Ali Poyrazoğlu konuşmasını sevdiğim bir adam. Kendini dinletiyor (Zaten yıllarca radyo programı yapmış.) Konuştuğunda saatlerce dinleyebilirim onu hiç sıkılmadan. Ne var ki konuşmasındaki sürükleyiciliği kitabında bulamadım. Belki de beklentim büyüktü ama kitabı okurken bazı bölümlerde (özellikle başında) sıkıldım. Kitap kişisel gelişim kitabı gibi başladı. Zaten kişisel gelişim kitaplarını da sevmem.

     Ama ne zaman Ali Poyrazoğlu anılarından, özellikle de Müjdat Gezen, Savaş Dinçel, Mustafa Alabora, Rutkay Aziz, Tarık Akan vb. arkadaşlarıyla olan maceralarından bahsetmeye başladı o zaman acayip keyif aldım. Yüzümde büyük bir gülümsemeyle okuduğum bu bölümler çok eğlenceliydi. Bir yandan arkadaşlıklarına gıpta ettim bir yandan da keşke Ali Poyrazoğlu sadece arkadaşlarıyla olan anılarını anlatsaydı diye düşündüm. İşte o zaman bu kitaba bayılırdım.

     O zaman ben en kısa zamanda Ali Poyrazoğlu'nun anı kitaplarını alıp okuyayayım.

8 Ekim 2014 Çarşamba

YAPBOZ KOLEKSİYONUM #1

     Yapboz yapmayı her zaman severdim. Benim hiç yapbozum olmadı ama çocukken gittiğim her evde, gördüğüm her yapbozu yapmayı sevdim. Tabii bu dediğim bundan yıllar yıllar önce, ben çocukken gerçekleşti ve yapıyordum dediğim o yapbozlar da 20-60 parçalıktı.

     İş arkadaşım Aysun ve ev arkadaşlarının yapboz yapma hobisi olduğunu duymuştum ama bu, evlerine gidip de bitirdikleri yapbozları görmeden önce o kadar da etkilememişti beni. Gördüğümde ise resmen içimdeki uyuyan dev uyandı.

     1000 ve 1500 parçalık birçok yapboz yapmışlardı. Sonra parçaları yapıştırarak yapbozun tablo gibi görünmesini sağlamışlardı. Hepsi için diyemem ama bazıları o kadar güzeldi ki çerçeveletip tablo niyetine duvara asabilirsin(ki bunu yapan kişiler de var zaten). Gördüğüm bu güzellikler beni harekete geçirdi.

     Yıllar önce sinema dergisine abone olduğumda(bu dergi kapandığı için hala çok üzgünüm ama bu başka bir yazının konusu) 500 parçalık bir yapboz hediye etmişlerdi. yıllardır bu yapbozu ne yapıyordum ne başka birine veriyordum ne de atıyordum. Kitaplığımda öylece duruyordu. İçimdeki yapboz aşkı kabarınca ilk önce ondan başlamak istedim. Zaten 500 parça olduğu için çok da zorlanacağımı düşünmedim ama yanılmışım. 

     Yapboz ressam Jules Joseph Lefebvre'nin Hizmetçi Kız adlı tablosuydu. (bknz) Bir kadın portesinden oluşan bu yapboz kadının beyaz bir elbise giymesi ve bir duvarın önünde durmasıyla zor yapılır hale gelmişti. Yapbozun en kolay sağ ve sol alt kısımlarını yapabildim çünkü diğer bölümlere göre renkleri belirgin ölçüde farklıydı. Diğer kısımlar ise hem renklerinin birbirine yakın olması hem de benim acemiliğim yüzünden bayağı uzun sürdü. Kadının vücudu bittikten sonra duvarları yapmak ise ölüm gibiydi çünkü tek bir parçayı bile onlarca yerde denedim. Birbirlerinin tıpatıp aynısı oldukları için sadece deneme yanılma yoluyla ilerledim ve bu hem sabrımı hem de belimi zorladı.

     Sonuç olarak yapboz bittiğinde, özellikle o son parçayı yerleştirdiğimde içimde oluşan o hissi çok sevdim. 


     Bu ilkti ama son olmayacak. Bu sefer hedef büyüterek 1000 ve 1500 parçalık üç yapboz aldım bile kendime. En kısa zamanda başlayacağım. Bu seferkileri kendim seçtiğim için daha şevkle yapacağımı düşünüyorum.

     Yapboz yapmayı sevdim. Canım sıkkın olduğunda, sinirli olduğumda ya da bir şey kafama takıldığında oturuyorum yapbozumun başına. Çok değil birkaç dakika sonra kafam tamamen boşalıyor. Tek düşünebildiğim hangi parçanın nereye gelmesi gerektiği. O yüzden benim için mükemmel bir kafa dağıtma aracı oldu yapboz.

     Yeni yapboz yaptıkça onları da yazacağım ama büyük ihtimalle bu yazılar kısa aralıklarla olmayacak. Diğer hobilerim, işim ve yapmak zorunda olduğum görevlere bir de tembelliğim eklenince bir yapbozu bitirmem aylar sürer. 

     Bu arada Türkçesi varken Türkçesini kullanıyor ve puzzle yerine yapboz diyoruz değil mi? (Sosyal mesajı da verdik yazıyı bitirebiliriz:-)

ADANA SHERATON OTELİ


   
     Düğünümüzden sadece birkaç gün sonra işimize dönmemiz gerektiği için balayı yapamadık. O yüzden kendimizi şımartarak iyi bir otelde birkaç gün kalmayı düşündük. Bunun için de yakın zaman önce açılan ve dış görünüşüyle göz kamaştıran Sheraton'ı seçtik.

     Otele girdiğimiz anda hissettiğim duygu ihtişamdı. Bu tarz yerlere alışkın olmadığım için ilk görüşte büyülendim. Bekleme salonunda portakal suyu ikram etmeleri ve okumamız için dergi bırakmaları da izlenimimi olumlu anlamda etkiledi.

     Bilgi almak için gittiğimiz pesepsiyonist bize çok ilgili davrandı. Zaten Sheraton'da kaldığım süre boyunca en çok hoşuma giden şeylerden biri çalışanların davranışlarıydı. Hepsi güleryüzlü, ilgili ve kibardılar. Bize çok iyi davrandılar. Hizmet anlamında çalışanlardan çok memnun kaldık.

    Otelde 3 gün kalırız diye düşündük ama bir günlüğünün 525 lira olduğunu duyunca süreyi 2 güne düşürdük :-) Tabii ki daha ucuz odalar vardı ama bize gösterilen odanın güzelliği, manzarası ve açık büfe imkanı olmasıyla biz burayı seçtik.

     Düğünden sonra gelinliğimiz ve damatlığımızla Sheraton'a geldik. Odamıza çıktığımızda balayında olduğumuz için otelden bir ikram, bir jest bekledim ama hiçbir şey gelmedi. Resepsiyonist balayı için çok tercih edildiklerini söylemişti ( hatta biz oradayken bir çift daha geldi) Belki bu yüzden gelin ve damadı çok önemsemediler.

     Oda Seyhan nehrine ve Merkez Park'a bakan çok şık ve rahat bir odaydı. Banyoya bayıldım. Su sistemi harikaydı. Hayatımdaki en güzel banyolardan birini orada yaptım. Yatak da çok rahattı.

     Açık büfe yemek yiyeceğiz dedik ama büfede sadece aperatif yiyecekler vardı (Bunu bize odayı tutmadan önce de söylemişlerdi. Yani ortada bir kandırmaca yok) İlk gün kahvaltıyı kaçırınca çerez, çikolata ve lokumla karnımızı doyurmaya çalıştık ama pek başarılı olamadık. Bu yüzden öğlen sandviçlere resmen saldırdık. Aç olduğumuzdan mı bilmiyorum ama o mini sandviçler o kadar lezzetli geldi ki anlatamam. Akşam yemeği ve kahvaltı muazzamdı. Bu öğünlerde lezzetli yiyecekler yedik ama ara öğünler yetersizdi.

     "Yemek salonunda birçok dergi var, sırasıyla hepsini okurum." diyordum ama aynı dergilerin farklı sayıları sıralanmıştı. Vogue ve Alem. Başka dergi yoktu. Gazeteler de az sayıdaydı. Böyle bir otelden insan daha çok çeşitlilik bekliyor. Aynı dergilerin farklı sayıları ve aynı gazeteden birkaç tane olacağına bütün gazete ve dergilerden birer adet koyulsaydı daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

     Yemek salonu ve oturma odasını beğendim. Çeşit çeşit oyunların olması otelde vakit geçirecek insanların eğlenmesini sağlayacaktır. Balkon, balkondaki koltuklar ve manzara da mükemmeldi.

     Sonuç itibariyle Sheraton cidden güzel bir otel ama bir gün için 525 lira hak ediyor mu tartışılır. bir de tabii oteli tutan kişi de önemli. Zengin bir iş adamı ya da ünlü bir sanatçı olsam rahat etmek adına Sheraton'da seve seve kalırdım ama biz 2 öğretmen için bu miktar fazla. Bir de şunu düşündüm. Oda, otel ne kadar güzel ve lüks olursa olsun sonuçta dört duvar arası bir yer. Bir süre sonra alışıyorsun ve o yer büyüsünü kaybetmeye başlıyor. Kaldı ki biz orada sadece 2 gün kaldık. Sonradan "Keşke Sheraton'da kalacağımıza daha ucuz bir yerde daha uzun kalsaydık veya orada da 2 gün kalıp geriye kalan parayla gezip bir yerlere gitseydik." diye düşündük. Bizim 2 gün için verdiğimiz parayla millet bir hafta Antalya'da tatil yapıyor.

     Dediğim gibi aslında Sheraton'da kalma tercih ve bütçe meselesi. Bir daha orada kalacağımı düşünmüyorum. (İleride çok zengin olursam başka) Ama yine de iyi ki balayımızda oraya gitmişiz. Hem güzel ve rahat 2 gün geçirdik hem de Sheraton'da kaldık diyebiliyoruz. İçimizde kalmamış oldu :-)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...